Sarı çizmeli Cumhurbaşkanı.../
Cengiz Çandar /
PERŞEMBE 04 ŞUBAT 199 Dikkat ediyorum, istisnalar olmakla birlikte, özü pırıl pırıl insanların aramızdan çekip gittikleri anda, gökler kararıyor; gökyüzü insanın içini karartan renklere bürünüveriyor ve ardından Yaradan, gözyaşlarını puslu havayı delerek afet halinde aşağıya bırakıveriyor. Ve, ne gariptir ki, o özü pırıl pırıl insan, "son yolculuğu"na uğurlanırken, mevsim ne olursa olsun, hava pırıl pırıl oluveriyor. İlâhi güç, sanki sevenlerinin işlerini kolaylaştırıyor; uğurlama törenini bir "hüzün şenliği"ne dönüştürmek istiyor. Hayatıma en yakından giren ve bu özellikleri taşıyan üç insan için böyle olmuştu. Dün de böyle oldu. O pazarı pazartesine bağlayan geceyarısı, insanın kemiklerini titreten, soğuk ve ıslak hava, afet yağmurlarla dün sabaha kadar sürdü. "Son yolculuk" başlayacağı sırada, şubat kenara çekildi, nisanı davet etti. Davete, Moda'dan Taksim'e; Levent'ten Kanlıca'ya onbinler uydu. Veda; çiçekler, gözyaşları, alkışlar, şarkıları, türküleriyle bir muhteşem bir "hüzün şöleni"ydi. Ancak, "sarı çizmeli Cumhurbaşkanı"na yapılabilecek ve unutulmayacak türden. Onunla ilk kez bir "son yolculuk"ta karşılaşmıştım. Yukarıda andığım o üç kişiden birinin, benim için çok özel bir insanın son yolculuğunda. Onun bir-iki plâk kapağını hazırlamıştı ve uzun süredir görüşmemiş, karşılaşmamış olmasına rağmen onu çok severdi. Son yolculuğuna çıkmak için, Erenköy'deki cami avlusunun musalla taşında iken, avluyu dolduran buruk topluluk içinde omuzlarına inen uzun saçları, duduklarının üzerinden gelip çenesiyle birleşen bıyıklarıyla herkesten farklı ve izah edilmez biçimde herkesten biri olarak dikilen bir tek o vardı. Yanına gidip kendimi tanıtmış ve teşekkür etmiştim. Dün yine bir "son yolculuk"ta, bu kez onunkinde, beraber olmaya ve ona bir kez daha teşekkür etmeye gittim. "7'den 77'ye" bu halkın güzel insanlar topluluğu olduğunu yine öğrettiği, "adam olacak" milyonlarca çocuğun ve binlerce yetmişliğin gözyaşlarının temizliğinde, yokolması imkânsız "ortak değerler"i yine varettiği için. Bu kez cami avlusunda bile karşılaşamadık. Vedaya akan ve koşan mahşerî kalabalık içinde kayboldum. Neyse ki, kendimi teselli sebebim vardı. 4 Ocak 1996'da Çırağan Sarayı'nda "1995 Hoşgörü Ödülü" töreninin anı fotoğrafını raslantı eseri, bir gece önce arşivimi karıştırırken görmüştüm. Ödül sahiplerinin bir bölümü ayakta dizilmişler; diğer yarısı onların önünde yere çömelmişti. Hemen sağımda, en değer verdiğim insanlardan biri, büyük düşünce adamı Prof.Mehmet Aydın'a gözüm ilişti. Yanyana olmaktan pek gururlandım. Birden aklıma düştü; bu fotoğrafta onun da olması gerekiyordu. Gözlerim onu bulabilmek umuduyla fotoğrafı taradı. Ayaktakiler arasında yoktu. Birden hemen sol yanımda, çömelmiş vaziyette, farkedilmemesi imkânsız uzun saçlarıyla onu farkettim. Mutluluğumun sınırı yoktu. Bana, her konuda herkese yaptığı gibi, farkettirmeden ve kendiliğinden, hayatımın en anlamlı "teselli ödülü"nü bırakmış. Hepimizden farklıydı ve hepimizden biri olarak farkedilemiyebiliyordu. Kendini unutturabiliyordu ve asla unutulmazdı. Tarihte kalıcı olan birçok şeyi, tek bir insanda toplayabilen çok ender kişilerden biri olduğuna kuşku yok. Hem Evliya Çelebi, hem Dede Korkut, hem Yunus Emre. Galiba, tam da bu yüzden "ölümsüzlük"e erişti. Kendi deyimiyle "İnsanın ismi söylenmediği zaman ölmüş olur." Özdeyiş değerindeki güfteleriyle, şimdiden klâsikleşen şarkılarıyla, ismi dillerden yüzyıllar boyu düşmeyecek. "Dağlar Dağlar", "Gülpembe", "Arkadaşım Eşek", "Domates, biber, patlıcan", "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa"yı yumuşacık bir haykırışla belleklerimize silinmeyecek biçimde o soktu. Ve, Cumhurbaşkanı olmak istediğini bilmeyen yoktu. Meğerse, zaten Cumhurbaşkanımızmış. Dün gördük ki, Türkiye, "sarı çizmeli Cumhurbaşkanı"nı yitirdi. Bizleri, "kara çizmeliler"le başbaşa bıraktığı için ağladık. "Sarı çizmeli Cumhurbaşkanı"mız, nur içinde yat. Seni çok özleyeceğiz.
|