Osmanlı
ve Barış
(07.02.1999) Altemur KILIÇ
Barış Manço hakkındaki duygularımı, Cuma ve Cumartesi
günleri yazmadığım için, dört-beş satıra sığdırmak zorunda kalmış, “bugünlerde
şöhret ve kahramanları bol olan medyada gerçek bir şöhretini ve kahramanını”
kaybettiğimizi, ifade edebilmekle yetinmiştim.
Ölümünden sonra Barış Manço’ya, yurdun her tarafından, “yediden yetmişe
kadar” her kesimden, her ideolojik gruptan akan sevgi seli, ender rastlanan
bir sosyal olaydı. Bunun sebebi ne idi? Bence, bugünkü yozlaşma ortamında,
güncel siyasete tepki, gerçek kahramanlara ve şöhretlere özlem, Barış’ın,
fazla yaygara yapmadan milli ezgileri canlandırmış olması, özel hayatındaki
rabıtalılığa ve tutarlılığa saygı... Her türlü ideolojiden, politikadan
uzak kalması... Kısacası, asgari değil azami müşterekleri temsil etmesi...
Onu ekranda görünce içim açılırdı, dinleyince milletimle iftihar duyguları
canlanırdı.
Onu gene görsem de bu hislerimi söylesem diye hep düşünürdüm. Ama maalesef,
sevdiklerimizi tekrar görmek ve aramak için kendimize hep vaatlerde bulunmamıza
rağmen, sonra da “vakit olmadığı” için arayamamakla hayatımızı tüketiyoruz.
Doğrusu, benden evvel öleceği de hiç aklıma gelmedi ya!
ÖLMESİ Mİ GEREKİRDİ!
Barış Manço’nun kıymetini bu kadar bilmek için, millet olarak en dağıldığımız
şu bağlamda, bile onun etrafında birleşebileceğimizi anlamak için Barış’ın
ölmesi mi gerekirdi?
Barış aslında evrensel bir “barış ve sevgi” simgesi idi. Onu UNICEF
yani Birleşmiş Milletlerin çocuklarla ilgili teşkilatına Barış Elçisi olarak
önermemiz gerekirdi. Bugün Barış için özel programlar yapan TV kanallarının,
incir çekirdeği doldurmayan pespaye programların yerine Barış Manço’ya
daha fazla yer vermeleri gerekirdi. Barış’ın reytinginin bu kadar yüksek
olacağını acaba neden hesaplayamadılar. Bu olay bile reyting mekanizmalarının
ve Türk halkının anlayış ve beklentileri konusundaki değerlendirmelerin
ne kadar yanlış olabileceğini gösteriyor.
Barış ne sağcı idi ne solcu, ama geleneklerimize bağlı bir muhafazakârdı.
Öylesine bir üst kimlikti ki solcular onu tekellerine alamadılar, ne sağlığında
ne ölümünden sonra... Yalnız Siyaset Meydanı’ndaki anma programında sevgili
İlham Gencer’den başka milliyetçi ve muhafazakâr bir sanatçı veya aydın
göremedim. Bizim de Barış için söyleyeceklerimiz vardı...
Zülfü Livaneli, Barış “çalkantılı dönemleri” arkadaşlarına nazaran,
yani kendisine, Cem Karaca’ya ve Selda gibilere nazaran, “ucuz atlattı”
diye adeta serzenişte bulunuyor. Ama Barış asla solcu olmadı,Türk bayrağını
yakmadı, eylemlere katılmadı ve vatandaşlıktan çıkarılmadı ki... Bütün
tahriklere rağmen... Allah’ın büyüklüğüne bakın ki, Cem Karaca ve diğerleri
şimdi onun türkülerini söylüyorlar. Barış Manço’nun ölümü ve sonrası hepimiz
için kocaman bir ders oldu... Onu unutmasak!
VE OSMANLI...
Barış için ağlarken HÜRRİYET başyazarı Oktay Ekşi, “Bugünlerde Osmanlı’nın
700. yıldönümü sevdasının türediğinden” bahisle “Osmanlı’yı bir vak’a olarak
kabul etmek zorunluluğunda” olmakla beraber, “Osmanlı’da iftihar edeceğim
hiçbir şey göremiyorum(!)..” diye yazıyor... El insaf!
Ekşi kardeşimle aramızda bir parola vardır. Çoğu zaman fikirlerine
ve yorumlarına katılır ve ona “Nur-u aynım” diye hitab ederim. Nadiren,
ters düşersek de, o zaman “Hasm-ı canım!” diye telefon ederim. Bu sefer
de maalesef “Hasm-ı canım” demek zorundayım!
“Osmanlı’da iftihar edeceğimiz bir şey bulamamak” önce nesebimizi inkâr
etmek. Biz o zaman ne oluyoruz ki? Babalarımız, büyük babalarımız Osmanlı
devletine hizmet ettiler. Osmanlı ordusunda askerlik yaptılar. Burada Osmanlı
döneminin iftihar edilecek miraslarını sıralamaya kalkmayacağım. O kadar
çok ki... Bunları bizim tarihçilerimizden başka, Hammer’den başlayarak
Bernard Lewis ve Stamford Shaw gibi yabancı tarihçiler yazmışlar.
Hatta Profesör Lewıs, bugünkü Cumhuriyetin insan, kadro ve kurumsal
temellerinde Osmanlı’dan kalan birçok şeyler olduğunu bir monografi konusu
yapmıştır.
MUSTAFA KEMAL
Mustafa Kemal Atatürk bir intikal döneminde, Osmanlı’ya karşı çıkmak
ve Ortaasya’daki köklerimizi Türklüğümüzü arayıp bulmak zorunluluğunu hissetmişti.
Çünkü Osmanlı döneminde “Osmanlıcılık” gibi yapay bir ideal uğruna Türklüğümüz
ve köklerimiz unutturulmuş, adeta Türk olmak idraksız olmakla eşit tutulmuştu.
Bugün de Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyetini antitezler haline getirmek
Türklüğün aşağılanması ve inkâr edilmesi kadar yanlıştır.
Atatürk Osmanlı’nın son dönemine karşı çıkarken Osmanlı’nın büyüklüğünü
ve büyük kişilerini inkâr etmemişti.
Bugün tarihimizi bütün dönemleri ile barıştırmamız gerekir. Osmanlı
İmparatorluğu’nun 700. kuruluş yıldönümünü anmak bunun için çok güzel bir
platformdur.
Hiçbirimiz hudayinabit değiliz... Türkiye Cumhuriyeti de değil. Aslında
Osmanlı’yla iftihar edeceğimiz önemli bir husus da, ölüm halinde iken bile,
imparatorluğun küllerinden, Zümrütü Anka kuşu gibi, Türkiye Cumhuriyetini
ortaya çıkarması ve yeni devletin birçok kurumlarını ve en önemlisi, ilk
kadrolarını sağlamış olmasıdır...
SÖYLETENE BAKIN...
Bugünlerde medyamız Türk Silahlı Kuvvetlerini yeniden keşfetti... Hem,
artık sanki ordumuz düşman ordusu imiş gibi “Darbe Tehlikesi”ni öne çıkarmayarak!
Gazetelerde 28 Şubat Sürecinin faydaları hakkında ilginç yazılar çıkıyor
ve bazı televizyonlar ordumuzu öven özel diziler, programlar yapıyorlar,
bazı TV kanalları; mesela TGRT ve tabii TRT bu görevi çoktandır içtenlikle
yaparlar. Bizler de naçizane TSK’nın ülkemizin son emniyet sigortası olduğunu
yazar dururuz. Geç de olsa bu konularda hidayete erenleri kutluyorum. Ama
gene de siz söyleyenlere değil söyletenlere bakın!
Osmanlı İmparatorluğu’nun parıltıları, Batının aydınlanma dönemine
ışık tutmuştur...
PROF. BERNARD LEWIS |