Unutulmaz hafta... / 

PAZAR 07 ŞUBAT 1999 / Cengiz Çandar 

"Tarihe tanıklık" duygusu, ancak bu şansa sahip olanlar tarafından bilinebilecek ve anlaşılabilecek cinsten ilginç bir duygu. Örneğin, 1989 yılının o kasım gecesinde Doğu Berlin'den Batı Berlin'e geçen, sonra tekrar geri dönen, "Duvar"ın hemen her kapısından girip çıkan onbinlerin arasında bulunmak, Brandenburg Kapısı'nın altında birbirine karışan Doğu ve Batı Berlinlilerin içinde, Doğulu nöbetçileri seyretmek, anlatılması imkânsız bir duygudur.

 Koca Sovyetler Birliği'nin sonunu getiren o 1991'in ağustos gecesi, Kızıl Meydan'ın az ötesinde KGB karargâhının önünde, o meydanda heykel yıkılışını izleyen yığınların arasında dolaşmak da.

 Tam 15 yıl aradan sonra Süveyş Kanalı'nı aşıp, Sina Yarımadası'na ayak basan ilk Mısırlı kafile arasında yer almak da. Yasir Arafat'ın Beyrut limanından, son derece duygusal bir ortamda ülkeyi terkedişini izlemek de. Aliya İzzetbegoviç'le, birlikte seyahat ederek, binbir tehlikeyle yüzyüze, Saraybosna'ya "yeraltı tüneli"nden, sabaha karşı gizlice girebilmek de...

 Bunlar yüzyılın son çeyreğinde unutulmaz anılardan birkaçı... "Anılar albümü"nde, bu yüzyılın ülkemizdeki en muhteşem üç cenaze törenini yaşamış olmak da var. İlki Atatürk'ünkü idi. Anıt Kabir'e defnedilişinde beş yaşındaydım. O mahşerî kalabalığın içinde yer aldığım anlar canlı film kareleri halinde halâ belleğimde duruyor.

 İkincisi, Turgut Özal'ınkiydi. Onun ölümü bir sürpriz olarak geldi. Ne, 1993'ün 17 Nisan günü aniden göçüp gidebileceği bekleniyordu; ne de öylesine mahşerî ve kendiliğinden kopup gelen yüzbinlerin katılacağı bir törenle defnedileceği. Siyaseten en az güçlü olduğunun sanıldığı bir sırada, sıradan insanlar nezdinde müthiş bir sevginin muhatabı olduğu, ancak cenazesinde anlaşıldı. Hayattayken, cenazesinin Atatürk'ten bu yana yüzyılımızın en görkemli kitlesel hadisesi olacağı söylense, buna kendisi de inanmazdı.

 Turgut Özal'ın cenazesinde hiçbir kurum ve kuruluşun imzasını taşımayan ve sanki sözleşilmiş gibi hem Ankara'da hem de İstanbul'da dikkatleri çeken bir pankart vardı. Üzerinde sadece "Sivil Cumhurbaşkanı, Dindar Cumhurbaşkanı, Demokrat Cumhurbaşkanı" yazıyordu.

 Bu üç sıfat ve cenazeye adetâ akan milyonlar, nasıl bir devlet yöneticisi gerektiğinin ve arzulandığının ölçülerini de koymuş oluyorlardı.

 Yüzyıl içinde ancak Atatürk ve Turgut Özal örneğinde raslanabilen manzaralar, bu hafta Barış Manço'nun kaybından sonra yaşandı.

 Barış'ın ölümü de, böylesine ona yönelik böylesine bir ilgi de beklenmiyordu. Herhalde, kendisi de, ardından olan-bitenlere inanamazdı. Barış Manço, inanılmaz bir "sevgi infilâkı"nın konusu oldu. Hiçbir organizasyon ve plânlama olmaksızın yaşanan bu tür mahşerî ve muhteşem kitle hareketleri, merhumun kişilik özellikleri kadar ve belki ondan da öteye, "halk"ın özlemlerine, öfkelerine, hayal kırıklıklarına, beklentilerine, tüm duygularına kısacası "toplum"un kendisine ayna tutuyor.

 Katıldığı son televizyon programında "yasaklar yasaktır" diye haykıran, giyinişinden tavırlarına dek "avantgarde" kişiliğini ve en çarpıcısı bir "hür insan" olduğunu ortaya koyan "çağdaş derviş"e gösterilen ilgi ve sevgi, aynı zamanda, ülkemizin temel karakteristiklerinin, değerlerinin ve ülkemiz insanlarının en kayda değer özelliklerinin ne olduğunu herkese bir kez daha öğretmiş olmalı.

 Devletin tepesindekilerin, olan-biteni hiç anlamadıklarını, bu toplumda değişikliğin ve özlemlerin hiç farkına varmadıklarını, vermeye devam ettikleri demeçlerden anlıyorum. Zaten tam da bu yüzden, cenazeye gelme cesaretini ve dolayısıyla bu topluma saygılı olma zerafetini gösteremediler.

 Ben, Türkiye'yi yönetme iddiasında olsam; bu son haftada olan-biteni çok iyi inceler ve şu karara varırdım: Ardımızda bıraktığımız haftadan sonra, Türkiye, asla, aynı Türkiye değildir...