Gurur  / Ali Kırca / Sabah / PERŞEMBE 04 ŞUBAT 1999

Uzun zamandır unutulan slogan Barış Manço'nun ölümünden sonra yeniden duyuldu:
"Türkiye seninle gurur duyuyor."

 Daha önce sloganın "ithaf" edildiği kişiler nedeniyle bu dört sözcüğe yüklenen anlamlar çok tartışılmış, çok eleştirilmişti.

 Ama aynı sözcükler, cenaze töreninde, Barış'ın tabutunun başında yüksek sesle dile getirilince, daha geniş bir kesimce benimsendi, daha sıcak karşılandı.

 Hatta, sevgili Halit Kıvanç gibi; "İşte şimdi slogan yerini buldu" diyenler oldu.

 Bu slogan "Barış'tan başka hiç kimseye bu kadar yakışamazdı" denildi.

 Elbette öyle...

 Elbette "Türkiye Barış'la gurur duyuyor"du.

 Bundan olağan ne vardı?

 Ve...

 Bundan kolay ne vardı?

 Gurur duyduğumuz şeyler için kırk yıl çalışıp çabalayan oydu, bizim işimizse kolaydı. Oturduğumuz yerde onun yaptıklarıyla övünmekten başka birşey yapmamız gerekmiyordu.
 
 

* * *






Ama asıl şimdi, Barış'ın sonsuzluğa yitip gitmesiyle birlikte şu "gurur" duygusunu tartışmalıydık.

 Türkiye Barış'la gurur duyuyordu...

 Lâkin, kimilerine yalçın kayalar gibi sert bir soru olarak gelse de sormak gerekirdi:

 "Peki, acaba Barış Türkiye'yle gurur duyuyor muydu, Barış bizimle gurur duyuyor muydu, Barış bütün bu olup bitenlerle, bütün yaşadıklarımızla gurur duyuyor muydu?"

 Bu soruya, hemen bir çırpıda "evet" diyebilir misiniz?

 Barış Türkiye'yi seviyordu. "Aşk"la seviyordu hem de...

 Türkiye'de yaşamaktan ve Türk olmaktan "onur" duyuyordu.

 Öyle olmasa, yurt dışında yaşamak için, "maddi-manevi" her türlü olanağa sahipken, şarkılarının ve çocuklarının anavatanı olarak "bizim iller"i seçmezdi.

 Ama "gururlanmanın, övünmenin" sevmekten ve onurlanmaktan başka anlamlar taşıdığını bilmiyor muyuz?

 Bilmiyor muyduk?
 
 

* * *






Barış Manço, 1994'te siyasete davet edildi.

 Çağrıldığı görev de; pekala başarabileceği cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık filan da değildi. İstanbul'da bir ilçenin belediye başkanlığıydı.

 O kadar heyecanlıydı ki!..

 Kameraların karşısında bizimle konuşurken, beş yılda yapabileceklerini beş dakikada inanılmaz bir hızla anlattı.

 Siyasetçilerin onu kucaklayacağından, halkın da -sonradan gurur da duyacağı- emeklerine sahip çıkacağından o kadar emindi ki!..

 Siyasete adım atarken heybesinde kırk yılda göznuruyla biriktirilmiş ne kadar çok güzellik vardı!..

 Ama... Olmadı...

 Siyasete ve Türkiye'nin geleceğine ipotek koymuş "politikacı erbabı", temiz ve naif yürekli "şarkıcı"yı bünyesine kabul etmedi.

 Yüreğine ilk koyan o darbe oldu...

 Kameralar onu belediye başkanlığı koltuğu yerine, hastane yatağında görüntülediler...
 
 

* * *






Dün nice cumhurbaşkanlarından çok daha görkemli ve içten bir sevgi seliyle kalkan cenazesini görenler, onun "cumhurbaşkanı olmak" hayallerini de zamanında "tebessüm"le karşılayanlardı.

 Türkiye onunla gurur;

 Barış Manço ise Türkiye için zaman zaman kaygı duyuyordu.

 Kendisiyle yapılan son röportajda; "Korkarım her şey daha da kötüye gidecek" diyordu.

 Son Siyaset Meydanı'nda, çok düşündürücü bir tesbit yapıyor; son elli yıldır demokrasi yolculuğundaki kesintilerle müzikteki yozlaşmaları ilintilendiriyordu.

 "Yasaklamak yasak" olmalı diyordu.

 Özetle, "aşk"la sevdiği ve yaşamaktan ve yurttaşı olmaktan onur duyduğu bu ülkede "gurur" duymadığı çok şey vardı...

 Büyük bir sanatçının, iyi bir insanın ve duyarlı bir kalbin, yaşananlardan ve yaşadıklarından hiç etkilenmediğini mi düşünüyorduk yoksa?
 

Dün, özellikle gençlerin; üçüncü hatta dördüncü kuşaktan gençlerin cenaze törenindeki sessiz gözyaşlarına tanık olurken hep bunları düşündük.

 Onlar, sessizce ağlıyor ve usulca "Gülpembe"yi söylüyorlardı.